30 Aralık 2014 Salı

Yalan yanlış içimi dökeyim.

Ekim ayının başından beri sıkıntı denizinde kurbağalama yüzüyorum. Bata çıka, bata çıka tekrar sağlıklı günlerin aileme uğraması için gücüm yettikçe çabalamaktayım. Anne bu, hiç bir şeye benzemez. Bunca ömrüm onunla geçti, yokluğuna nasıl hazırlayabilirim kendimi. Sadece ben mi?

O kadar tedavi işe yaramamış. Çok agresifmiş türü. Annem de sinirliydi eskiden. Ama yumuşatırdık kardeşlerimle. Bir boynuna sarılmak, o söylemeden sofrayı hazırlayıp, karnımız doyar doymaz bulaşıkları yıkamak bütün öfkesini söndürürdü. Ruhu yumuşarken bu inatçı hücrelerle niye başa çıkamıyoruz ki.

Otuz sene önce tanıştım bu hastalıkla. Kardeşimin hücrelerini işgal etmişti o zamanlar. Hep sıramızı savdık gözüyle baktım. sırası yokmuş meğer. Can ciğer arkadaşım vardı. Ama derdim sıktı galiba. Kelimeler ağzıma tıkılıyor. Korkma, iyileşir inşallah temennileri ile gündelik konuşmalara bir an önce dönülsün isteniyor. Sitem de edemem ki. Ateş kimin ocağına düşerse...

Akşam, gün batımıyla solan çiçekler vardır ya. O güzelim yaprakları yavaşça içine kapanır, bir sessizlikle boynu bükülür. En iyisi galiba o. Önümüzde yaşanacakları biraz sessiz, biraz halsiz beklemeli. Kimsenin başını ütüleyip de içlerine sıkıntı sokmamalı. İçimi susturamasam da dilimi tutayım artık. Enkaza döneceğim günler var önümde. Yıkılsam da kendi ayaklarımın dibine devrilmeli. Hatta devrildiğimi de kimse bilmemeli.

Neyse. Bağırdım çağırdım, kırdım döktüm, inledim, ağladım. İçimi de boşalttım. Şimdi gözyaşlarımı silip kaldığım yerden devam etmeliyim.

Aslında yukarıdaki cümleler kadar umutsuz da değilim. Biraz da kalem oynattım. Bir haftadır yine kumaş dolabımı kurcalamaktayım. İçimde biraz huysuz biraz huzursuz bir kıpırtı. Hayata yetişmeye çalışmalıyım.


4 Aralık 2014 Perşembe

Tek Kişilik Yaşam.

Bazen ara veririz ya hayata. Yaşamlar kör gibi düğümleşir. Dudaklar mühürleşince, isyan elle birleşir. Bir küçük değnek arar parmaklar. Hayatı değiştiremedikçe, çığlıkları döker beyaz sayfalara. Önce bir kaç çizgi, sonra ardı ardına dökülen kelimeler. Rüyalar bile kaçışa meyleder, hayaller kurtuluşa. Bilir insan daha cezası bitmediğini. Parmaklıklardan gördüğü zifte boyanmış duvarlara, hayalinde bir mavi gök çizer, bir yeşil elma ağacı, bir papatyaya konan kelebek. Ya da cümleler oturtur ruhunu oyalasın diye, yatağının başındaki sıvası dökülmüş duvara. 

Şimdi parmaklıklar yok bedenimizin çevresinde. Bedenler özgür. Hatalarımızın fidyesini ruhumuz ödüyor artık. Zindanlar yüreğimize yerleşmiş. Ruhumuz ağlıyor kalabalık yalnızlıklarda. Bir kötü kalemden, bir yırtık kağıttan medet umuyor insan. Dinleyeni olmayınca kör kuyulara çığlığı akıtır gibi, harfleri peşpeşe sıralıyor parmaklar. Gün batınca el de çekiliyor ya uykuya. Gönül zindanındaki mahkum ne yapsın. İçindeki çığlıklar damla damla çiğ oluyor da gözlerinden yuvarlanıyor baş koyduğu yastığa. Sessizlik, kimsesizlik, çaresizlik...

1 Ekim 2014 Çarşamba

Cennet Çukuru

Gezip görme ateşinin içimde kızıl güller açtığı bu gün, bedenimden önce, öncü olarak gözlerimi gezdirdim. İnternetin açtığı limitsiz imkanlarla, gözümün gördüğü yerlerde hâyâlen dolaştım. Önce dedim bir hızlı trenin vagonlarında, sürati tadabilmek için bir Eskişehir'e gidebilirim bir Konya'ya. Konya'ya gidip hiç bilmediğim yerlerde bir dolaşayım. Sokaklarında kaybolayım. Sokaklarında kaybolamadım ama kayıp ruhların mezarlığına denk geldim sanal dünyada. Musalla mezarlığına.

Konya, Selçuklu başkenti olduğundan beri dünya misafirlerini hesap gününe kadar ağırlayan en eski mezarlık. Korkmayın ölümden bahsetmeyeceğim. Söz edeceğim yer, musalla mezarlığının en eski yeri, Cennet Cukuru.

Türkler Anadoluya 1071 Malazgirt meydan muharebesi ile geldi zannederiz ya, cennet çukuru ilk türkleri 1050 yılında ağırlamış. Tıpkı Hz. İbrahim gibi cehennem ateşiyle doldurulan bu çukurda cennet bahçesini bulmuş türkler.


Anadoluyu Türkleştirmek için Bizans elindeki bu yerlere gelen Türkler, toplu halde bu çukurda yakılan ateşte bizanslıların eliyle şehadete ermişler. Bir nevi, ileride Türkün olacağına dair bir senet gibi, manevi muhafızlar olarak bu topraklarda yandıkları ateş gibi kızıl gül olmuşlar. 

Artık iyice inandım. Hiç bir millet biz türkler kadar toprağının sahibi olamaz. Daha yerleşmeden bu toprak için kanımızı akıtmış ve halen akıtıyorsak, bu toprakta bizden başkasının hakkı olamaz...

Değil mi?

30 Eylül 2014 Salı

Selman Kayabaşı

İyi akşamlar. Yaklaşık bir aydır Selman Kayabaşı'nın kitaplarını okuyorum. İlk "operasyon" la başladım.İçinde Muhsin Yazıcıoğlu'ndan, Abdullah Çatlı'ya Eşref Bitlis'e kadar gerçek kişilerden kahramanlar var. Kitabı okurken, Amerika'lıların süper kahramanları ile kendilerini güvende hissetmeleri gibi, ben de bu ülkenin, ne yaptığını bilen Kahramanlarca korunduğu düşüncesiyle bir güven duydum. Anlatılan bazı olayları internetten araştırdığımda bir paralellik gördükçe " acaba gerçek mi ki?" umudunu üstümden atamadım.

Okuduğum ikinci kitap "Teşkilat" idi. Hiç olacağına ihtimal vermediğim farklı bir yapının şeması kabataslak olarak çiziliyordu. Bu güne kadar vatan haini olarak bildiğimiz Vahdettin'den, Sarıkamış acısını yaşatan Enver Paşa'ya kadar nice isimlerin de bu vatan için çırpındığını okuyunca da bir "yok artık" çektim ama. Yine de böyle bir yapı olsaydı ne güzel olurdu, değil mi?

Şimdi de "Hanedan" ı okuyorum. İç içe kaç tane hikayeyi sıkıştırmış kitaba hayret ettim. Hâlâ hikayeler arasındaki bağları kafamda oluşturamamış olsam da genel hatlarıyla bir fikir büyüyor zihnimde.

Bir de şu nakkaş, hattat figürleri var ya. Bu sanatçıların da gizemli bilgilerine henüz vakıf olamadım. Orhan Pamuk'un da "Benim Adım Kırmızı" romanını anlamamıştım. bu figürlerin karşıladığı mânâ yı anlayabilmek için biraz kalbî ilimleri de bilmek gerekiyor herhalde. Ya da şöyle diyeyim "işin felsefesine inmek lâzım abii".

Her kitapta aklım görünenin dışında başka bir hikaye arar. derler ya satır aralarını okumak diye. Kimsenin bilmediği bir köşede, bir kaybolan parıltıya, unutulan bir anıya rastlarım diye çeviririm sayfaları. Bazan rast gelirim de, doğru mu görüyorum diye bi daha döner bakarım.

Bu kitaplarda da umduğum kadar ganimet edinemesem de bu duyguyu yaşattı bana. Sırada muhafız var bir de onu okuyup, arkadan gerçek "Türk Tarihi" kitaplarını okuyacağım. Bakalım Nizam'ül Mülk hakkaten Hasan Sabbah'ı teşkilatta yetiştirmiş mi? Bu millet bir adım önünü göremezken, asırlar ötesine bu eli sahiden uzatabimiş mi?

Biliyorum. Tarih bir hikayedir. Bakalım bu hikayenin ne kadarı gerçek değil.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Haydi Bismillah

Bazen, insanın içinden kalemle hemhâl olmak gelir. Şöyle tasmasını çözüp sözcüklerin, nefes nefese arkasından koşmak isteği. El ne diyecek diye düşünmeden, hatalı mıyım diye çekinmeden. Bazen nokta, virgül bile yetişemez ya kelimelerin ardından. İşte öyle bir serserilik kapladı beynimi şimdi. Bir baktım ki isim bile bulmuşum.
Bakmayın serkeş dediğime. Dik kafalılık yoktur ruhumda. Ama çok sesliliği severim. Bu gün ak dediğime yarın kara diyebilme özgürlüğünü, ben ve kendim desteklerim. Tam kahve tarzı yazıp, kendi savunduğumu kendim çürütmek en tabi hakkım.

Bir şeyleri kurtarma çabasındayım. Bu gün vatanı, yarın günümü.

Bir de çay demledim mi yanımda. Bir yandan demlenir, bir yandan söylenirim. Çok bişey beklemiyorum. Sadece, kalemim nerelere kadar gidebilecek. Görmek istiyorum.

Üç beş de okuyanım olursa bir mürekkep lekesi de ben bırakırım hayata.........

İyi akşamlar............................................................................